Bu yıl, büyük İtalyan bestecilerden Giacomo Puccini’nin ölümünün yüzüncü yılı. Ankaralı sanatseverlerin geride bıraktığımız hafta ajandasında üç Puccini eseri vardı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO Ada) İtalyan Büyükelçiliği iş birliği ile gerçekleştirdiği 100 Yıla özel Puccini konser programı oldukça doluydu. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde ise bestecinin Madama Butterfly ve Tosca operaları aynı hafta sahnelendi. İstanbul’da ise prömiyeri geçen sene yapılan La Boheme operası seyirciyle buluşacak. Sağım solum Puccini desem hata sayılmaz.
Ankara seyircisiyle on sekiz yıl aradan sonra tekrar sahnelenen Madama Butterfly hakkında konuşalım istiyorum. Haftaya da Puccini ve La Boheme ile devam ederiz. Esere başlamadan önce benim de üyesi olmaktan hep gurur duyduğum Ankara seyircisini alkışlamak istiyorum. Eser boyunca seyirciyi unutmak sadece sahneye odaklanmak ne kadar lüksmüş. Oradaki sanat severlerin küçük bir sesi olmak isterim. Çünkü opera eserlerine bilet bulmak neredeyse imkânsız. Yıl 2024 olmuş gişe kuyruklarında bilet almak için kar kış demeden sıraya girmek zorunda bırakılan sanat severler buna bile razı gibi ama salon kapasitesi o kadar yetersiz ki gene de olmuyor. Online bileti de ancak rüyanızda görürsünüz. Sanatçıları için de kılını kıpırdatmayan bir bakanlıkla, kendi haline terk edilmiş bu kurumdan her şeye rağmen mucizeler çıkmaya devam ediyor. Bu zorlukların farkında olarak gene de yapıcı eleştiri hakkımı elimde tutuyorum.
Madama Butterfly operasının konusu şöyle; Cio-Cio San bizim kelebeğimiz (butterfly, kelebek demek), sadece 15 yaşında bir geyşa. Gerçi 15 yaşında çırak geyşa denilen maiko olunuyor ama libretto böyle yazılmış. Olaylar Japonya’da sakura (kiraz çiçeği) zamanında geçiyor. Japonya o zamana kadar dış dünyaya tamamen kapalı, kendi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir İmparatorluk. Geleneklerin ve dinin insanı birey olarak yok saydığı coğrafyada, bu kız çocuğu Amerikalı bir deniz subayı olan Pinterkon’a kendini eş olarak adıyor ve onun için dinini de değiştiriyor. O yaşta evlenmesi kimse için sorun değilken, dinini değiştirmesi ailesi ve yakınındakiler tarafından hiç hoş karşılanmayarak ve Cio Cio yalnızlığa terk ediliyor…
Anakara zamanlarımda büyülenerek seyrettiğim, zamanın genç kuşak baş rollerini (Tuncer Tercan, Ferda Yetişer), farklı rollerde tekrar sahnede dinleyebiliyor olmak tarifi zor hazlardandı. Gözlerimi operaya açtığım, yetiştiğim Ankara operasının kalbimdeki tahtı asla sarsılmaz. Sonra imkanlar çoğaldı ve farklı ülkelerin opera, bale rejileriyle tanıştım. Gelişen teknoloji baş döndürücü şekilde sahne sanatlarına hizmet etmeye başlamıştı. Müze ya da saray gibi binalarda mekânın büyüsü ayrı sahneleme teknikleri ayrı aklımı başımdan alıyordu. Böyle, böyle kişisel olarak bir seyir kültürü oluşurken beğeni çıtası da yükseldi. Niye bundan bahsediyorum derseniz aradan çok zaman geçtikten sonra Ankara’da opera seyredecek olmak beklentilerimi nerede tutmam gerektiği konusunda duygusal bir belirsizlik içindeydi.
Gürçil Çeliktaş gibi çok deneyimli bir isimden daha modern bir reji beklerken klasik bir sahneye koyma tercihi ile karşılaştım. Çeliktaş hocanın da meslekteki 60 Yılına denk gelen bu reji, 18 yıl aradan sonra tekrar sahnelere dönen M.Butterfly için biraz hayal kırıklığı oldu. Ama rejisörün tercihi bu yöndeyse eleştirilerimi de onun baktığı yerden kurmak durumundayım. Dünyada toplumsal cinsiyet eşitliği tartışılırken, oryantalist bir librettoya küçük dokunuşların yapılmamış olmasını kaçırılmış bir fırsat olarak düşünüyorum.
Salon yetersiz, sahne küçük, akustik hep sorun bunları biliyoruz, peki o dekorun (Muharrem Talat Ayhan) kulis çıkışları öyle mi olmalıydı? Mesela Londra’da Albert Royal Hall’da zen bahçeleri içindeki bir M. Butterfly dekoru var ki sahne tasarımı derslerinde okutulmalı. O hayalleri belki Ayhan da kurdu, bütçe yok dediler ama 30 yıl öncenin sahne tasarım malzemeleri de olmasa iyiydi. Sahnedeki sakura ağacından fuayede de olması dikkatli seyirciyi soğuk Ankara gecesinde eserin zamanına çağıran bir detaydı. Dekorla çok oynamadan küçük dokunuşlarla iki perde arasında iç ve dış mekân algısı yaratılması güzeldi. Birinci perdede içinde olduğumuz yer ikinci perdede arkamızda kalıyor ve önümüzde gelmesi
hasretle beklenen Pinterkon için okyanusa Cio Cio ile birlikte bakıyorduk.
Eserde çok güçlü bir soprano sese ihtiyaç varken hikâyeye konu olan Cio-Cio San sadece 15 yaşında. Böyle olunca sahnede kıdemli bir sopranoyla, konunun tartışmak istediğim, kız çocuğunun evlenmesinin normalleştirilmesi, doğunun gelenekleri gibi konular seyircide istenilen etkiyi ya da sorgulamayı yaratamıyordu. Ama dinleme zevki mi, inandırıcı kast mı diye sorarsanız elbette güçlü sesi tercih ederim. Başka bir kast sorunu da adı Dolore (Keder) olan Butterfly’in oğluydu. Aradan geçen üç yıl hesabından epey uzakta, dünyalar güzeli bir erkek çocuğu sahnede sessizce yer aldı. Opera rejilerinde teatrallik, tutarlılık maalesef her seferinde aradığım ama pek de bulamadığım bir sorun.
Koronun sahnede olduğu ilk perdede çok sayıda, renkli Japon geleneksel kıyafetlerini görme şansım oldu. Kostümlerin (Neslihan Gazal Erten) titizlikle çalışıldığını söylemeliyim. Ancak Japon kültürünün, özellikle koro üyeleri tarafından pek önemsenmemiş olması jest ve mimiklere hemen yansımıştı. Sahnenin zenginleştiği koro anlarında sadece kostümle şarkı söylemekten daha fazlasını görmek isteyen gözlerim gene aradığını bulamadı. Geleneksel olan detaylar grotesk oluverdi.
Işık tasarımı (Fuat Gök) ölçülü, işlevsel bir reji parçası olarak, teknik masada hiçbir aksaklık yaşanmadan esere eşlik etti.
Cio Cio’nun en uzun gecesinde rüyasına giren siyahlar içindeki kelebek, metaforik olarak ölümün gelişi, onlarca bale sanatçısının ve koreografın olduğu bir kurumda olacak iş değildi ama bu gözler bunu da gördü.
Baş rollerin beşer kastla, diğer rollerin de iki ya da üç kastla hazırlandığı bu büyük prodüksiyondaki tüm solistleri, koroyu, orkestrayı ve şeflerini de unutmadan emeği geçen herkese gönülden alkışlar. Her türlü zorluğa ve zorbalığa rağmen o sahneden bize Madama Butterfly dinleme zevki yaşattığınız için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu eserin Türk seyircisi için çok önemli bir detayını da araya sıkıştırayım. Orijinali üç perde olan Madama Butterfly operası Türkiye’ye opera kültürünün girip gelişmesinde önemli bir role sahip. Ankara’da1935-36 ders yılında Musiki Muallim Mektebi bünyesinde Alman sanatçı Karl Ebert yönetiminde ilk konservatuvar kurulur. Daha sonra adı Ankara Devlet Konservatuvarı Opera Stüdyosu olan kurumun ilk öğrencileri tarafından, Türkçe libretto ile 1940 yılında bu eserin 2 Perdesi sahnelenir. Türk seyircisi böylelikle operayla sahnede tanışmış olur. Küçük bir not da Ankara izleyicisine. M. Butterfly iki ve üçüncü perdeler
birleştirilmiş olarak, orijinal uzunlukta ama iki perde olarak sahneleniyor.
1904 yılında ilk gösterimi yapılan M.Butterfly kadınlık ve erkeklik rollerini düz bir şekilde anlatmakta. Batılı, beyaz bir erkeğin, doğulu egzotik, pasif bir kadın üzerindeki tahakkümünü ortaya koyan bu söyleme Oryantalizm demek gerekiyor. Güneşin doğduğu yer anlamına gelen bir kökten türeyen bu terim, 19 yy da bir bilim dalı haline gelir. Doğu dilleri, dinleri, tarihleri ve kültürlerini inceleyen Oryantalizmin felsefesi, ötekini tanımlayıp onun üzerinden kendisini tanımlama üzerine kuruludur. Oryantalist söylemde doğu aciz, egzotik, keşfedilmesi gereken duygusal bir kadın ve batı da hükmeden, medeni ve akılcı bir erkektir. M. Butterfly’da akılını kullanan, doğulu bir kadına hükmeden ve erkekliğini bu anlamda ispatladığını sanan Pinkerton ile aciz, duygusal ve ilgiye muhtaç Cio Cio San arasındaki aşk batının doğuyu keşfettiği bir tutkudan ibarettir. Operada ilişkiyi bitirenin Pinkerton olması ve aciz bir insan olarak Madama Butterfly’ın intihar etmesi doğunun ve kadının ikincil önemde bir yere sahip olduğunun gösterilmesidir. Eserin sadece librettosu değil bestesinde de oryantalizmden bahsetmek gerekir. Çünkü besteci uzak doğu ezgilerini eserinde oldukça ustaca kullanmıştır. Ayrıca benzer yaklaşımını Turandot operasında da bulmak mümkündür.
Bugünün toplumsal cinsiyet eşitliği tüm hararetiyle tartışılırken oldukça eril bir dili olan bu libretto bizi müzikleriyle büyülemeye devam ettirse de henüz on beş yaşında bir kız çocuğunun evlenerek kendini ve ailesini kurtarması fikri ya da zorunluluğu oldukça rahatsız edici. Aynını, olduğu gibi kabul eden klasik rejiler artık eskide kalmalı sanki. Heyecan uyandıran ise bir esere rejisörün nereden baktığı, kurduğu dünyaya bizi nasıl aldığı olmalı.
Puccini eserinden hareketle İstanbul Sözleşmesi’nin kadınların ve çocukların her türlü şiddet ve zorbalıktan korumak üzere imzalandığını ve çok yanlış algılarla imzanın çekilmesinden sonra kadın ölümlerinin, taciz ve tecavüzlerinin, kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerinin önüne geçilemediğinin altını çizer, içinize bıraktığımı umduğum sızıyla iyi pazarlar dilerim.
Not: Yazıda kullanılan fotoğraflar Ankara Devlet Opera ve Bale’nin resmi sitesinde yer alan
oyun tanıtımının arşivinden alınmıştır.